Menu

Aylık Yazı Dizileri

Akşehir Müftüsünün Ders Verdiği Medresede Dr. Hilmi Bey’in Anlattıklarından

Değerli Üyeler,
 

Her Kasım ayında olduğu gibi, bu Kasım ayında da Aziz Ata’mızın pek bilinmeyen Kurtuluş Savaşında geçen bir anısını sizlerle paylaşmak istedim. 

 

Gazi Mustafa Kemal Paşa, Cumhurbaşkanı olarak ülke içinde her zaman halkın arasına katılmış, dertlerini yakından dinlemiştir. Ülke içinde yaptığı çeşitli seyahatleri esnasında olduğu gibi, Milli Mücadelenin en önemli günlerinde, savaşın yoğun günlerinde dahi fırsat buldukça, Türk çocuklarının ve gençlerinin eğitimi ile de yakından ilgilenmeye çalışıyordu. Bu konu ile ilgili çalışma ve gözlemleri kayıtlara geçtiği, bazen gazetelerde yayınlandığı gibi, bazen de olay sırasında yanında bulunanların daha sonra yazdıkları hatıralarında yer almıştır. Bu örneklerden biri de Dr. Hilmi Beyin hatıraları arasında yayınlanmıştır.

 

Doktor Hilmi Bey TBMM de Malatya milletvekilliği yapmıştır ve bazı gezilerinde de Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın yanında bulunmuştur. Akşehir’de bir medresede yaşanan gerçek de, daha sonraki yıllarda Mustafa Kemal Paşa’dan eğitime verdiği önemi anlamak bakımından çok iyi bir hatıra ve aynı zamanda da bir tarihi belgedir.

 

Ruhi Duman

İstanbul, 16 Kasım 2009 

 

 

 

AKŞEHİR MÜFTÜSÜNÜN DERS VERDİĞİ MEDRESEDE

Dr. Hilmi Bey’in anlattıklarından,

 

“1921 Senesi idi. Garp Cephesi karargahı o zaman Akşehir’de bulunuyordu.Fransa Devleti adına  önemli görüşmeler yapmak üzere, Franklin Bouillon, Gazi ile konuşmak için Akşehir’e gelmişti., Kendisi ile yapılan görüşmelerden sonra, Fransız işgali altında bulunan, Adana’nın tahliyesi için bir anlaşma da imzalanmıştı..

 

Bir sabah erken sokağa çıkmıştım. Her zaman olduğu gibi, Gazi’nin de erkenden bir ata binerek yaveri ile birlikte gezmeye çıkmış olduğunu gördüm. Karşılaşınca birbirimize selam verdik. Gazi, atını durdurdu ve beni yanına çağırdı:

-         Burada medrese var mıdır? Kaç tanedir? Faaliyette olanları hangileridir?”

 diye sordu.

 

Akşehir’de kırk kadar medrese varmış. Bu konuyu daha evvel ben araştırmıştım ve bunlardan yalnız iki, üç tanesinin faaliyette bulunduğunu öğrenmiştim. Bunu da cevap olarak kendisine söyledim. Halen eğitim yapılan medreselerden biri, bu karşılıklı görüşmeyi yaptığımız yerin hemen kırk, elli adım ilerisinde idi. Burada Akşehir müftüsü bulunuyordu. Bunu da gösterdim.

 

Gazi, derhal atından indi. Benim elimden tutarak:

-          Haydi şu medreseyi görelim,”

 dedi.

 

Medresenin içerisine girdik. Burası küçük bir kışla şeklinde dörtgen bir yer idi. Medresenin bütün odaları zemin katında idi. Bu küçük karanlık odaların içinde yalnız birer ocak bulunuyordu. Birkaç odayı gezdik. İçlerinde kimse yoktu. Buralarda yatanların ekserisi köylerden gelmiş talebeler idi. Bunlar, ocağın içerisinde ateş yakarlar, ateşin üstünde bakır yahut toprak birer kap içerisinde yemek pişirirlerdi. Bundan dolayı yer odaların hemen hepsi karanlık, havasız ve içerisine yemek kokusu sinmiş yerlerdi.

 

Görünüşe bakılırsa öğrencilerin bu sırada derste oldukları anlaşılıyordu. Talebenin ders yaptığı yer de medresenin büyük kapısı üstünde çıkma bir katta bulunuyordu. Bunun üzerine Gazi ile birlikte yukarıya çıktık. Burada bir kapının önünde bir sürü ayakkabı gördük. Talebenin burada toplandıklarını anladık. Kapıyı vurduk, içeriye girdik. Öğrenciler, yerde diz çökmüş vaziyette bir kavis teşkil ederek bir karatahtanın etrafında toplanmış bulunuyordu. Müderris (hoca) Kafkasyalı Numan Efendi, kasabanın müftüsü idi. Başkomutanla birlikte bizi görünce hepsi birden ayağa kalktılar.

 

İçeriye girdikten, müderris ve öğrenciler ile selamlaştıktan sonra Gazi, burada gördüğü bir sıra üstüne oturdu, beni de yanına oturttu. Sonra müderrise şu soruyu sordu:

-          Hoca efendi dersiniz nedir?”

-          “Lisan-ül-arabi”

-          Yani öğrencilere Arap lisanını mı öğretiyorsunuz?”

-          “Evet.”

 

Gazi bu cevap üzerine öğrencilerden birini ayağa kaldırdı ve:

-         Al şu tebeşiri, tahta başına geç. Söyleyeceğimi yaz ve Arapçaya tercüme et”

 dedi.

 

Hatırımda kaldığına göre Gazi aynen şu cümleyi yazdırmıştı:

-                     Eski Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde birçok topluluk ile birlikte Arap unsuru da vardır. Bugünkü milli hudutlarımız içinde ise Arap unsuru yoktur.”

 

Öğrenci, bir türlü bu metni Arapçaya çeviremedi. Başka bir öğrenciyi kaldırdı. O da yapamadı. Belki müderrisin kendisini tahta başına geçirmiş olsa, o da bunu yapamayacaktı. Öyle hissediyorum ki, Gazi bu öğrencilerden hemen hepsinin yirmi yaşın üzerinde olduğuna yani, askerlik çağı içerisinde bulunduğuna dikkat etmişti. Bu manzara üzerine Gazi ayağa kalktı. Biz de kalktık. Hocaya şunları söyledi:

-       Hoca Efendi,”

“ Memleket harp ediyor, istiklal ve varlığını kurtarmaya çalışıyor. Böyle önemli günlerde lisan-ül-arabi ile vakit geçirmek, bu gürbüz Türk çocuklarını cephelerden alıkoyarak bu karanlık odalara tıkmak günahtır. Bir lisan bu türlü karanlık odalar içinde öğrenilemez. Lisan öğrenmek daha ziyade bir ortam meselesidir. Akşehir de Anadolu’da, bir Türk kasabasıdır. Burada Arapça konuşan hiç kimse yoktur. Onun için burada öğrenmeye de lüzum yoktur. Çünkü bugün Arapça artık ilim ve fen dili değildir. Bir memlekette Arapça bilen araştırmacılar yetiştirmek memleket ihtiyacı için yeterlidir. Eğer amaç böyle bir lisan bilen araştırmacı yetiştirmek ise iki tane genç eğitim için Mısır’a gönderilir. Cami-ül-ezher midir, nedir orada birkaç sene eğitim yaptırılır, bütün çevresi de Arap olduğu için bu gençler Arap dilini bu surette kolayca ve daha bilimsel olarak öğrenmiş olurlar. Daha sonra ülkelerine bir yabancı dil araştırmacısı olarak geri gelirler.”

 

Kaynak: Dr Tülay Duran
Tarihi Araştırmalar ve Dokümantasyon Merkezi. İstanbul